BAŞI DİK BABA METİN!
2008 yılının bitimine üç gün kala, AÇÜ Orman Fakültesi Dekanı olarak görevime başlamak için, kısa burunlu otobüs ile Trabzon’dan Artvin’e intikal ederken; doğrusu yıllar önce, 1993 yılında iktisat dersi vermek için görevlendirildiğim Artvin Orman Fakültesi’ne her üç haftada bir giderken kullandığımız araçların, yolların ve her şeyden önce de manzaranın çokça değişmiş olduğunu bir çırpıda anlamıştım. Özellikle, Borçka İlçemizde tesis edilen barajın su toplama havzası; önceki nehir içi yolları yutmuş, ardında ormanlar içinde adeta bir göl üretmiş ve göl su aynasının üzerine alınan ulaşım yolu ile de, yolculara iyi seyir keyfi veren bir hale bürünmüştü. Doğrusu bu yolculuğumda yolun ve gölün sağında kalan “Yüzbaşıoğlu Aile Çay Bahçesi” adlı gördüğüm şirince tesis, daha sonraları sıkça ziyaret edeceğim ve müşteriden öte dost olarak hüsnü kabul göreceğim bir mekan, bir ocak olacaktı.
Yüce Allahın nasip ettiği Dekanlık görevini liyakat ve şahsiyet odaklı olarak deruhte etmek için, doğrusu üç yıllık dekanlık süresi, ibadet aşkı ile çalışmayı göze alarak Trabzon’dan kopmuş, kurulu düzenini, eşini- barkını, çoluk-çocuğunu geride bırakmış dolayısı ile, mesaisini katlayarak çalışmaya gönüllü bir öğretim üyesi için, fazlaca bir süre idi. Mesaisine erken başlamak için Fakültesinde kahvaltısını yapan yönetici olarak, öğle yemeğini bir kat inerek, mütevazı Fakülte binasının bodrum katında yemek kolaydı da, her akşam yemek için şehirde lokanta lokanta gezmek de, doğrusu bu satırların yazarının midesini şaşırtıyordu. Bazen öğle yemeği için cağ döner ve akabinde kabak tatlısı yemek için genç hoca arkadaşlarımız ile ta Ardanuç’ a vasıl olurken, zaman zaman da, özellikle çarşamba günleri Artvin Sanayi Çarşısında pilav üstü döner yeme imkânı da buluyorduk. “Boğazlar meselesi” için Artvin ilini fır dönen biri olarak, doğrusu şehre on kilometre uzaklıkta bulunan “Yüzbaşıoğlu Aile Çay Bahçesi” ne haftada en az üç defa gidip, bazen öğle yemeği ve sıkça da akşam yemeği yememize vesile olan Sinan Hocamız için, bu yazının ileri kısımlarında anlaşılacağı üzere, ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Kendisi, sıkça Dekanlığa yaptığı ziyaretlerinden birisinde, “Hocam, sabahları enfes çay ve lezzetli sucuklu yumurta, öğlenleri ve akşamları da çay ve doğal köfteden başka nimet adına başka çeşidi bulunmayan ve dolayısı ile müşterisi az ne demek! kıt olan “Yüzbaşıoğlu Çay Bahçesi” ne giderek, müessese sahibine destek olmamız yakışır” dediği günden itibaren, müdavimi olduğum bir yemek yeri, bir çay ocağı ve müptelası olduğum bir işletmeciden öte bir dosta kavuşuyordum.
Atalarının soy ismi “Yüzbaşıoğlu” olan bu zat, Metin ön ismine, zayıf sayılabilecek bir bedene, orta bir boya, güven veren bir çehre ve göz bakışına, mangal gibi bir yüreğe, efe tarzlı sohbete ve yerinde duramayan vücut diline sahipti. Dikbaş, aynı zamanda ezan okunur okunmaz namaza duran ve Türk Musikisinin seçkin eserlerini Radyo Türkü ve Radyo Nağme’ den dinleyen, dinine ve töresine bağlı bir fertti. Tertemiz elbiseler içinde saklı olan edepli bedeni, pirüpak elleri ve babacan tavırları ile; mis kokulu “Çaykur Tirebolu 42” numaralı çayları berrak mı berrak çay bardakları ve adeta sinirleri alınmış hakiki etten yoğurduğu kendisine has köfteleri ile, Metin ağabey, hizmeti bize sunuyordu. Hizmet sağlıklı ve temiz olmasına temizdi ama, çok ağır işlemekte ve bir türlü de yemek dizininin önüne ve arkasına, tüm ısrarlarımıza rağmen çorba ve tatlı gibi çeşitler eklenemiyordu. Hal böyle olmakla birlikte, çay bahçesine Bayındırlık ve İskân Müdürü ve ÇEDAŞ müdürümüzle gitmekten kendimizi alamıyor; yemek bahane deyip, böyle bir “başı dik” ile birlikte olmak şahaneliğini yaşıyorduk. Her pazartesi sabah araba ile Trabzon’ dan gelirken selam verip uğradığımız Metin ağabeye, zaman zaman da arabanın düdüğü ile sanki destur verip, merhaba diyor, böylece Artvin’ e geçebiliyorduk. Tabii ki, her cuma akşamı da aynı sünnetimizi izleyerek, bu sefer de Allahaısmarladık demeden Trabzon yoluna da revan olamıyorduk.
Samimiyet arttıkça, ziyaretler sıklaştıkça, sohbetler koyulaştıkça anlıyorduk ki; Metin ağabey, çay bahçesinin müştemilatı olan baraka muadili kulübesinde bir başına kalıyor; bazen hanımını, daha seyrekçe de çocuklarını hısım-akraba namına yanında görebiliyorduk. Sadece çoluk-çocuğunu ve akrabasını ve hatta bizi kendisine tanıştıran Sinan hocamızı, Metin ağabeyin yanında göremiyorduk ama, çay ocağında her akşam Borçka’daki Ekmek Teknesi Lokantasının Rizeli meşhur aşçısını, Yaşar Kesici Usta’yı, gidiş-geliş altmış kilometre yol kat ederek ve üstüne de ikram olarak yanında getirdiği yemek ve tatlısı ile her daim ocakta görebiliyorduk.
Metin ağabeyimizin, gözünü kesmediği müşterileri daha arabanın motoru durmadan müesseseye kabul etmemesi ile sanılmasın ki, ortalama insanları ayrıma tabi tutan bir kişiliğe sahipti. Nitekim, dönemin valisini maiyeti ile birlikte, çay ocağının barakasında ağırlarken gecenin ilerleyen vaktinde sırf sabah namazına kalkmak için, emrivaki ile kendisini uğurlayarak bu kanaati, tamamı ile dağıtıyordu. Metin ağabey, güya bir işletme sahibi tüccardı ama, ne çayından, ne suyundan, ne şekerinden ne köfte etinden ne de yağ ile tuzundan azaltamadığı için yükseğe çıkan işletme maliyetlerine rağmen, çoğu müşteriyi baştan müesseseye kabul etmeyen, icazet verdiği müşterilerden de hizmetin bedelini almayı ayıp, zul ve hatta kendine hakaret sayan bir tıynete de sahipti. Bu satırların yazarının çoğu kere misafir ile müşterisi olduğu ticarethanesinden çıkarken verdiği parayı; geri vermeye çalışan, paranın bu hengâmede sıkça yere düştüğü de görüldüğünden dolayı, zaman ile, ücret ödeme şekli olarak, paraların baraka tereklerindeki tabak ve bardakların altlarına gizliden gizliye bırakılması gibi ilginç bir ödeme yolu da izlenmekteydi. Fakülte Dekanlığımız süresince misafirimiz olan özellikle konuşmacılarımıza ve sekiz-on kez yaptığımız rektör vekilliği sürelerinde üniversite adına gelen konuşmacılara, kendi nam ve hesabımıza yemek ısmarladığımız mekân olan bu sıra dışı mahal, köftesinden ve çayından ziyade, işletme sahibinin yukarıda anlatılmaya çalışılan tarzı ile meşhur oluyordu.
İmkânsızlıklar içinde kıvranmasına rağmen, ikramı ölçüsüzce yapmaya çalışan, darda kalan dostları için zamanını pervasızca harcayan “Baba Metin”, hiç de anlamak istemediği teşrifatçılığı, çok sevdiği dostu olan Bayındırlık Müdürü için yapmak zorunda kalıyordu. Tahsin Müdürümüzün Erzurum’ a tayin-terfisi münasebeti ile DSİ’ de tertiplenen veda yemeğinde, Vali beyi bekleme sırasında, çok çok gücüne gitmesine rağmen, Tahsin Beyden sonra ikinci sırada bayramlık kıyafetleri ile zevatı bekleyebiliyordu. “Başıdik Ağabey”imizin yoksulluğuna rağmen, hep ikram edici tarafta yer alması geleneği zaman zaman bozulduğunda, yani ender de olsa kendisi bir davete muhatap kılındığında, yaşadığı heyecanı ve dolan gözleri ile mutluluğunu muhataplarından gizleyemiyordu. Nitekim, ÇEDAŞ müdürümüzün kendi elleri ile ÇEDAŞ şirket mutfağında yaptığı balık ekşilisi ve ramazanın gülü güllaç tatlılı ikram yemeği için konuk olarak seçtiği daire amirleri ve Dekan beyin yanında, Metin Baba’nın da misafir edilmesi; bunun için de araba ile özel olarak çay ocağından aldırılması neticesinde, yemekhaneye girdiği andaki yaşadığı hazza, ben kendisini tanıdığım üç yıl boyunca hiç mi hiç şahit olmamıştım. Dile kolay, Valisinden-köylüsüne yıllarca hep konuklattığı, hizmet ettiği ve çoğu zaman da zararla karlılaştığı ağırlamalar yapan tok gözlü bu dik adam, belki de ilk defa böyle bir davete muhatap kalıyor ve şaşkınlığı ile mutluluğunu dışarı aksettirmemeyi beceremiyordu.
Ailesine, çoluk-çocuğuna göstermediği sabrı, anlayışı ve hoşgörüyü doğrusu birkaç çay içip saatlerce ocak kulübesinde çocuk yuvası namına zaman geçiren nemenem müşterilerine göstermek zorunda kalıyordu. Bu gibi müşterilerden geriye kalan hesap olarak da, kapalı mekâna kabul edilemediği için kaybedilen onca müşterilerin üstüne içilen üç-beş bardak çayın sadakası kalmaktaydı! Baba Metin zararlı müşterilerine bu denli müsamahakâr davranırken, aynı âlicenaplığı ne hazindir ki, aile efradından esirgeyebiliyordu! Nitekim, Paşabahçe Üretim evinin ürettiği fişek cam bardaklar ile saf dem çay içmeyi adet edinen Başıdik ağabeyimiz bu bardakları gözbebeği gibi korur ve kırılmamaları için üzerinde ihtimamla titrerken, bulaşıklarını yıkarken bu bardaklardan iki tanesini kırmış kızlarından birine, birisi için üç ay, diğeri için de sekiz ay, baba ile görüşmekten men cezası verebiliyordu. Bu satırların yazarının belki de Metin ağabeyisini tenkit ve mahçup ettiği tek husus olan bu hoş görülemeyecek tavrını, Giresun Bulancak’ ta Şehzadebaşı Camiinin birebir ölçekli suret-yapısını inşa eden gönül ehlilerinin çay içtikleri bardakların da Paşabahçe Fişek Cam Bardak olması ve bu zat-ı şeriflerden aldığı iki bardağı kendisine hediye ederken, de “Değer miydi be Dikbaş!” diyerek, kendisine hatırlatma hamlığını gösterebiliyordu.
Onca dostluk nişanesi hatıralara, aşçı önlüğü üzerine boğaz köprüsü misali imzamızı atmamıza rağmen; kendisine nazire yapıyor ve nazlanmayı da bir çocuk gibi bekliyorduk! Bu cümleden olarak, Baba Metin’ in dost sıralamasında; birinci sıraya Tahsin müdürü, ikinci sıraya Yaşar ustayı, üçüncü sıraya Osman müdürü, dördüncü sıraya hiç kimseyi ve beşinci sıraya da Dekan hocayı koyan sıralamayı yaptığımızda, “hiç olmazsa boş sakladığın dördüncü sıraya Dekan beyi niye atamıyorsun?” tarzlı sırnaşmalarımıza, gayet ciddi tavırlar ile, “Senin yerin başkadır hocam” diyordu. Diyordu demesine ama, ne bilecektik ki, yaşayan çok şey görecek ve insanoğlu bir sebepten de bu dünyadan göçecek ve bunlardan biri olan bu şahsiyet timsali ve heybet yürekli adam, kan kanseri olacak ve hekimlerin izahlarına rağmen, aramızdan ve de ağır ve derin düşüncesine takıldığı dünyamızdan apansız ayrılacaktı!
Bacaklarındaki kan dolaşım düzeneğinin açılması için Bayan-Gürcü biyoenerji çakma uzmanının kaybettirdiği zamanlar, Bursa Tıp Fakültesinde bir rivayete göre uğraşılması nafile olan gecikmiş bir hasta muamelesi görmesi, KTÜ Tıp Fakültesinde de ilaç tedavisine cevap vermesinin mucize kabilinden görülmesi, onun itikat sağlamlığı ve ameli noksansızlığı ile zaten hazır olduğu yaradanına emanetini, ruhunu teslim etmesi mukadderatını geciktiremiyordu. 28 Aralık 2011 cumartesi günü Dekanlık görev süresi bitmiş ve Artvin’ e bu sıfatla veda ederken çay ocağı kulübesindeki oturaktan bozma yatağında dik oturarak uyumaya-dinlenmeye çalıştığında, Allahaısmarladık demek için KTÜ’ den, “neden sonra gelmiş” üç hoca arkadaşı ile bu satırların yazarı kendisini ziyaret ettiğinde, kendisi “Hocam, Artvin’ e ve üniversitemize hayırlısı ile daha üst düzeyde hizmet etmen için bu hasta halimle Allah’ a dua ediyorum, belki de ben göremeyeceğim ama hayırlısı ile sen o layık olduğun makama oturursun inşallah!” diyordu.
Ah Metin ağabey ah! KTÜ Farabi Hastanesi Kan Hastalıkları Hizmet Katındaki odanda, 2-2.5 kg ağırlıkta olması gereken, ama hastalıkla 12-12.5 kg olan karaciğer ve dalağın ile biçare tık nefes kaldığın günleri, oturarak uymaya çalıştığın uykusuz gece ve günleri, biz bir türlü anlayamadık! Belki de, hekimlerin de anlayamadığı, ya da anladıkları halde anlamaz gözükmeyi yeğleyerek, bize ve sana hayat öpücüğü faslından ümit vermeye çalıştılar! Ama bir gerçek vardı ki, sen Artvin Devlet Hastanesi yoğun bakımında; manen asil ve tok olan ve fakat madden bitap düşen bedeninden ulvi olan ruhunu yüce yaradanına teslim etme bahtiyarlığını yaşadın! Geride bıraktığın yarı açıkağızlı ve tam kapanmayan gözlü bedeninin kefenlendiği cenazeni ihtiva eden tabutun; Dekan hocandan ısrarla istediğin ve kan kanseri olduğunu öğrendiği gün sana takdim ettiği “Gayri Resmi Fahri Mezuniyet Belgesi” nin altında ve yine sana Farabi hastanesindeki daracık koğuştaki hasta yatağında arzettiği “Şereflik” in solunda, üzerinde defalarca yemek yiyip çay içtiğimiz masanın üzerinde konmuş, onca kişinin kalabalığında görülmez olmuştu. Defin gününden önceki akşam, çay ocağı kulübesine konulan tabutun, bir yandan Metin babamızın naşının bile konulacağı evinin olmamasını hatırlara getirtirken, diğer taraftan da, sağlığında bırakın müşteri olarak; dost, hısım-akraba olarak yanında göremediğimiz bir kalabalığa avaz edercesine sitemli haykırmanı işaret eden işaret parmağını adeta onların gözüne uluorta sokuyordu!
Hey gidi kavi imanlı, mangal yürekli, züğürt cebine inat cömert tabiatlı Baba Metin!, soyadı Dikbaş olan “Başıdik” asil adam!; ölümünle belki bu satırların yazarı çok önemli dünya dostundan birini kaybetti! Amma velâkin; Artvin İli, Ormanlı Köyü halkından bir âdemini değil, Ahi Evren’lerin hakiki esnafını ve meslektaşını, fahri muhtarını, belediye başkanını, karakol komutanını, kaymakamını, çocuk esirgeme ve huzurevi müdürünü, kıra salınan kedi köpek cinsi sahipsiz hayvanat bakıcısını ve milli haber alma teşkilatı da bir nevi mensubunu kaybetti!
Bu satırları uluorta ve gözü yaşlı olarak kaleme alan kınalı başlı kul; liyakat ve şahsiyet üzere hayatı kendisine düstur edinen biçare âdem, senin gibi bu değerler için yaşayan muadil bir vatandaşını, hemhal olduğu ağabeysini, gönüldaşını kaybetti kaybetmesine ama; ayak basmadık yer bırakmadığın Kıta Avrupa’ sı ve Türkiye’ mizden tutun da, Artvin İlimiz, Artvin-Borçka arası coğrafyası; dağları, ormanları, nehirleri ile nebatat ve hayvanat zenginliği, arz üzerinde sapasağlam ve dimdik basan bir mütemmim cüz’ ü olan bir Allah kulunu kaybetti!
Hey gidi Dikbaş soy isimli ağabeyim! Tarihler 24 Ocak Salı günü ikindi vaktini gösterdiğinde, yine sağlığında yanında göremediğimiz onca insanın olduğu ve bu arada seni bize tanıştıran Sinan doçentimizin olmadığı toplulukta, gökyüzü ağlamasını, yağmur daneleri ile değil ve fakat daha samimi olan, senin gibi özgül ağırlığı yüksek olan kar daneleri ile yapıyor ve sen dimdik olan ve eğilmeyen naaşınla toprağa kavuşmak üzere, evlatlarınca defin ediliyordun!
Bu satırların yazarı sana olmayan hakkını helal ettiği gibi, cenaze namazında cemaate hatırlattığı “Şahadet”liğini de, hücrelerine kadar hissederek yerine getirdi!
Mekânın cennet olsun, Artvin’in yetiştirdiği milli ve manevi duygulara tercüman olan ve onu iliklerine kadar hisseden “DİKADAM!”. Kimse senin başını bu dünyada önüne eğdiremedi! Belini de bu arz üzerinde, evvel Allah bükemedi! Şerefinle yaşadın ve de garip ve hüzün dolu yüz çehrenin asilliğini kimse silemedi, dağıtamadı ve seni mahcup edemedi!
Mahşerde hesabı kolay olan ve netice itibari ile efendimizin sancağı altında gölgelenenlerden olman duası ile, toprağın altına giren dik bedeninin artık biraz olsun dinlenmesi ve cihanda üç yıla sari olan dünya kardeşliğimizin, cennette de sonsuzluğa kadar ahret kardeşliği olarak daim bulması duası ile;
Seni Allaha emanet ediyorum… 28.01.2012.
Prof. Dr. Mustafa Fehmi TÜRKER
KTÜ Konutları, Trabzon.