“Adam gibi adamdı” dedirtip Hakk’a yürüyen HASAN TÜRKER’İN ARDINDAN
AMCAM HASAN TÜRKER’İN AZİZ HATIRASI ÜZERİNE…
Geçtiğimiz Kurban Bayramı gecesi, evlatlarımla birlikte bayram namazına gitmek üzere sözleşip uyumak amacıyla odama çekildiğimin üzerinden çok geçmemiş olacak ki, eşim yarım yamalak dalabildiğim uykumdan beni uyandırıp “Amcamız Farabi Hastanesinin Acil Servisinde yatıyormuş, telefonla bildirdiler” deyince, apar topar vaziyette ve uyku sersemliğinin de verdiği garip duygular içerisinde kendimi evimizin yanı başındaki hastanenin acil servisine attım. Hastanenin sözü geçen kısmına vardığımda, hemşireler ve onlardan çok sayıda olan hekimlerle ve de seyyar perdelerle amcamın dört bir yanının çevrildiğini, acil servisin tam ortasında, diğer hastalardan adeta yalıtıldığını gördüm. Daha “Neler oluyor?” dememe fırsat vermeyen bekçi, acil servisten çıkmamı benden kuvvetle ve ısrarla talep etti. Gördüğüm manzara cidden çok hayati idi ve hekimler muhtemelen amcamın yorgun düşen kalbine masaj uygulaması tatbik ediyorlardı.
Bir an için kendimi toparlayıp gecenin o vaktinde kıdemli doktor, icapçı doktor aramaya koyulduğumda, iş işten çoktan geçmiş ve amcam Kurban Bayramının birinci günü gecesinde bayram namazına beş saat kala 2002 yılının Şubat ayının yirmiikinci gününde aynı zamanda bir Cuma gecesinde, saat 02.00’de Hakk’ın rahmetine çoktan kavuşmuştu.
Nüfus kütüklerinin 01 Kanunievvel 1341 doğum tarihi ile geçen amcamın hayat serüveninin bayram ve Cuma gecesi son bulacak bir ölüm tarihi ile neticelenmesi, olsa olsa çok az sayıda insana nasip olabilecek bir durum olsa gerektir. İnanan ve yararlı iş işleyen insanlara…
Büyük evladımın alerjik bronşit hastası olduğundan beri, çok sevdiğim ama nadir olarak ailece gece konaklaması yapabildiğimiz köyümüzdeki ata yadigarı evimizde, bu sefer dedemin evlatları, tabi ki bir tanesi “oyanki aşana” odasında cansız bedeni ile boylu boyunca uzanarak ve son gece misafiri olarak hüzne boğduğu konakta, yine dedemin hayatta kalan tüm torunları, yaklaşık 40 yıl sonra hep beraber konaklıyorduk. Değişik kaygılarla dede toprağından ve evinden uzak kalan aile bireyleri bu sefer amcamın son toparlama etkisiyle tekrar bir araya geliyordu…
Amcamın cansız bedeniyle, son kez dünya evindeki aile fertleriyle birlikte olan beraberliğimiz, naaşın konağın güney kapısından kabre doğru kapı eşiğinden geçirilmesiyle, yıllarca gür ve neşeli sesiyle inlettiği; hikâye, menkıbe ve fıkralarıyla şenlendirdiği; şiirleri, kasideleri ve ilahileriyle nurlandırdığı dede evi, tarifi imkânsız bir duygu iklimine yerini bırakıyordu. Hele hele son altı yıldır felçlerle, damar tıkanıklarıyla, şeker ve yüksek kan basıncıyla amcamın yorgun düşen bedeni, uğrunda hiç de tamahkârlık yapmadığı toprağın tam da kucağına düştüğünde usul usul serinliyor ve artık cennette bir daha görüşmek üzere geride kalan sevdiklerine ve yakınlarına sanki “Allahaısmarladık”, öte yandan da 17 Ağustos 1999 Sakarya Depreminde şehit olan oğlu Eyüp Sabri’ye de “Merhaba” diyordu.
Arkasından yüzlerce kişini değişik kesim ve çevrelerden gelerek katıldığı cenaze merasimi bittiğinde, kış mevsiminin karladığı Soğanlı dağlarının gölgesinin üzerine düştüğü toprakla kapanan mezara hocaefendinin telkin vermesinin de bitmesiyle artık amcam inanan ve yararlı iş işlediği dünya defterinin önemli bir kısmını kapatıyor ve Yaradanla baş başa kalıyordu.
Hakikaten amcamın inanan ve yararlı iş işleyen bir insan olduğuna şehadet etmek, yakınları ve sevdikleri için hiç de zor olmasa gerek… Zira o, sadece dünyevi bilgilerle mücehhez kalmıyor, aynı zamanda da uhrevi ilimlerle de kanatlanıyor. Kendisini bu iki yönlü birikimiyle nadir bir kul durumuna getiriyordu. Aslında o, en küçük oğlunun bir büyüğü olan evladının tabiriyle çağımızın Yunus Emre’si oluyordu. Hakikaten amcam, 40 seneye varan eğitimci kimliğiyle öğretmenlik, ilköğretim müdürlüğü ve ilköğretim müfettişliği yapıyor, ardından 1. derece devlet memuru olarak 25 yıla yakın emeklilik hayatı sürüyor. Ancak geriye tabiri caizse bir köstekli saat, bir Erzurum Öğretmen Okulu rozeti ve bir de kol değneği bırakabiliyordu.
Emsalleriyle kıyaslandığında amcamın dedemden kalma toprak ve evleri ihmal edilirse, köy, mezra ve yayla dışındaki tek metrekare arsa ve evi hatta ev eşyası bulunmamaktaydı. Almış olduğu maaşı ile sadece 5 erkek evladına nitelikli eğitim hizmeti verdirmekle kalmıyor, aynı zamanda Karaköse şartlarında yakın akrabasından iki öğrencinin lise tahsilini, bizatihi her türlü ihtiyaçlarına kadar karşılayarak sağlıyordu. Öte yandan Trabzon’da da yeğeninin lise tahsilini ikmal edebilmesi için ona sofrasında ve evinde yer açabiliyordu. Ortaöğretim düzeyindeki eğitim için yaptıklarının yanında, yükseköğretim için eşinin yeğenine imkân sağlıyor, üstüne üstlük onu öğrenci olan sınıf arkadaşıyla evlendirip dapdaracık evde zengin gönlüyle onlar için gelin odası açabiliyor ve onlarla nafakasını paylaşabiliyordu.
Almış olduğu maaş, memuriyeti dönemlerinde sınırlı da olsa yine de hatırı sayılır satın alma gücüne sahip olan amcam, yukarıda değinilen lise ve üniversite düzeyindeki öğrencileri okutmakla kalmıyor, aynı zamanda maiyetinde çalıştırdığı alt düzey memurların omuzlarına basıp daha da madden yükselme yerine onların ceplerine yol harçlığı, yakacak yardımı vesileleriyle para koyup askerdeki çocuklarına harçlık yollayıp manen yükselmeyi tercih ediyordu.
Her birimizin ilköğretim yıllarında öğretmenlerimizle birlikte yaşadığımız “müfettiş geliyor kaygısı”nı amcam teftiş için gittiği okulda bulunan öğrencilerin her birine şekerler dağıtıyor, bazen müfettişlikte kendini dahi aşarak annesinin saçlarını tarayamadan yolladığı kız çocuğunun saçlarını güzelce bir tarıyor ve sonunda da tarağı kız öğrenciye hediye ediyordu.
O sadece çocukların değil, aynı zamanda meczupların da sevgisini kazanabilmiş ender şahsiyetlerden biri oluyordu. Çaykara’da görev yaptığı yıllarda evi barkı olmayan ve dışarılarda, fırın daltalarında sığınarak yaşayan akli dengesi bozuk insanların cerahatla dolmuş yaralarını oksijenli suyla temizliyor, yaranın pansumanını bir sağlık görevlisi titizliği ile yapıyor, daha sonra da ilköğretim müfettişliği görevindeki koltuğuna bismillah deyip ancak yerine oturabiliyordu. Yine aynı özellikteki insanlar başları dara düştüğünde, bazen gecenin olmayacak vakitlerinde, köydeki eve kadar gelip “müfettişşş” naraları atıp evimizin alt odasında günlerce iaşe ve ibadetleri, bir Allah misafiri olarak kabul edilip amcam tarafından sağlanıyordu.
O’nun insanlara olan hizmeti sadece Çaykara ve Trabzon yöresi halkıyla kalmıyor, maddi ve manevi katkılarını, doğunun çilekeş insanlarına da sunuyordu. Karaköse’de araba arkalarında tozlu yollarda saatlerce yol kat ettikten sonra ilkokulunu denetleyeceği köyün “köy odası”na geçiyor, terleyen sırtındaki atletini değiştirdikten sonra çok sevdiği çaydan yudumlarken, köylünün sadece eğitim konularındaki sorularını cevaplandırmıyor, aynı zamanda yol, su, elektrik ihtiyaçlarına ilişkin maruzatlarını da dinliyor, zaman zaman onların muhtarı, zaman zaman onların psikolojik danışmanı, zaman zaman yanında taşıdığı şırıngasıyla iğne yaptığı köylülerin ve başları kurtlanacak derecede cerahat tutan çocukların sağlık memuru ve zaman zaman da onların dilekçelerini kaleme alan arzuhalcisi olabiliyordu.
O’nun dil, tarih, edebiyat ve din alanındaki bilgi birikimi ve bilinci, emsalleriyle kıyaslanamayacak derecede idi. Günlük hayatın her anı ve her olayı için söyleyebileceği hikâye, fıkra, menkıbe, şiirden yüzlercesini saat gibi işleyen kafasında tutabiliyor, bunları zamanı geldiğinde çok da güzel üslup ve tarzda insanlarla sıcak iletişim kurarak sunabiliyordu. İnsanların hal ve hatırlarını bizatihi ayaklarına giderek soruyor, yüz yüze görüşemediği yakın ve sevdiklerine de telefonla sık sık ulaşma yolunu ihmal etmiyordu.
İnsanların sadece iyi günlerinde değil, onların kötü ve moralsiz günlerinde de yanlarında oluyordu. 1979 yılında bu satırların yazarının üniversite sınavını kazanamadığı haberini alıp da, moral bakımından yıkıldığı anda hemen devreye girip bir psikolog gibi muhatabını yaptığı terapiyle rahatlatabiliyor ve hatta “Üzülme yeğen, seneye beraber üniversiteyi kazanırız inşallah” diyebiliyordu. Nitekim, bir sene sonra girmiş olduğu üniversite sınavında sözel 60 sorudan 57 net doğru cevap verebiliyor, Atatürk Üniversitesi İşletme fakültesi’nin 2686 numaralı öğrencisi olabilme başarısını 57 yaşında emekli bir devlet memuru olarak gösterebiliyordu. Erzurum Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde kendisinden 40 yaş küçük olan öğrenci arkadaşlarıyla rahatlıkla yakınlık kurabiliyor, bazen da onların dil, bazen tarih, bazen de ilmihal hocası olabiliyor. Öte yandan da öğretim üyeleriyle bir kısım dersin etkin bir şekilde derse katılarak yürütülmesine yardımcı olabiliyordu.
O’nun meziyetleri sadece vücut diline, simasına ve gönlüne vurmakla kalmıyor, aynı zamanda elinde de bulunuyordu. Son derece güzel el yazısını adeta tuğraya benzer imzası ile tamamlıyor, herkesin hayranlığını kazanıyordu. Nitekim Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne kayıt yaptırmak amacıyla öğrenci işleri masasının önüne geldiğinde, amcamı karşısında vakarlı ancak sakallı da gördükten sonra imza atmasını bilip bilmediğini soran memure hanıma, sözle onu kırmadan önüne uzatılan kâğıda adeta bir tuvale ressamın fırçasından çıkar gibi, sağdan sola ya da soldan sağa değil de yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru attığı kalem darbeleriyle ortaya çıkardığı “tuğra”ya benzer imzasıyla muhatabını istemeden mahcup edebiliyor ve etrafındakileri de şaşkınlık içinde bırakabiliyordu.
Amcam, 77 yıla sığan hayatında elbette ki ona tattırılan kadirbilmezlikleri, geçmişte yaşanan ve paylaşılan hatıralara, vefasızlıklara, hiç de hak etmediği ve toplumsal vicdanın kabullenemeyeceği yanıltmaları yaşamasına rağmen, yaptığı maddi ve manevi iyilik ve fedakârlıkları hiçbir zaman yüze vurmaması, onun belki de hatırlatılması gereken en önemli meziyetlerinden biri daha olsa gerektir. Nitekim, lise ve üniversite eğitimi süresince yanında baktığı insanlardan uzun yıllar felçli ve yatalak olarak yaşadığı evinde kendisini ziyaret edemeyen hatta telefon bile açamayan yakın ya da akrabalarına sitem dahi etmeme tokluğunu gösterebiliyordu.
Amcam, son nefesine kadar inanan ve iyi insan olma varlığına sahip olan, şahsiyet ve kimliğini yitirmeyen, duygu ve düşüncelerini sevgi ile bezeyen, kalbini ve gönlünü ailesine, milletine, dinine ve mesleğine hizmet gayesi ile, faydalı bilgi ve çalışmalarla doldurmuş, arkasından binlerce öğrenci yetiştirerek bırakmış, küçük ve geçici menfaatlerle arkadaşlığı, dostluğu, vefayı göz ardı etmemiş, sıkıntı ve zorlukta önde olmayı benimsemiş, sorun olan değil, aksine meselelere çözüm bulmayı amaçlamış bir şekilde yaşayabilmiştir.
Bu birikimi ile amcam çok rahat milli düzeyde tanınan bir “aydın” olabilecekken, mütevazi kimliği onu her zaman sade bir şekilde köşesinde dost ve yakınlarıyla birlikte yaşamayı tercih eden bir duruş almasına sebep olmuştur.
Yukarıda yapmış olduğum tespitlerle ulaşmak istediğim temel hedef, sosyal ve toplumsal hayatta örnek aldığım, etkilendiğim ve üzerimde hak ve hukuku olan amcama hiç olmazsa kuru bir kalem ve samimi hislerle vefa borcumu ödeyebilmektir.
Ne mutlu sana amca! Bir defa olsun sağlık durumunla ilgili şikâyette bulunmadın. Ağrılarına ve hastalıklarına sabır göstererek günahlarının tamamen erimesi yolunda kullandın. Etkin ve verimli bir hayat sürdün. Yerin cennet olsun.
Prof. Dr. Mustafa Fehmi TÜRKER
(K.T.Ü.)
We have 4 guests and no members online